Her şey güzel olacaktı. Sen,
ben ve hayatımız. Hayallerimiz ve hedeflerimiz. Seni tanıyıp sevdikten
sonra hayatıma dair verdiğim sözler. Hepsi çok güzel olacaktı, sen de
olsaydın. Seni tanımak, bana hayatı tanımak gibi geldi. Seni tanımak ve
senin ideallerini hayata taşıma yolunda beraber olmak için söz vermiş ve
bu beraberliği, ömür boyu sürdürme kararımızı nikâhla noktalamıştık.
‘Daima mutlu olacağız ve bir gün gelip ölüm muvakkaten ayırsa bile,
birbirimizi unutmayacağız. ' diye nikâh memuruna söz verdik. Önce
kilometre taşımdın, şimdi ise hayat arkadaşım. Henüz üç aydır seninle
aynı evi paylaşıyordum. Henüz üç aydır seninle kitap okuyor, çay içiyor
ve hayata aynı pencereden bakıyordum. Evet, henüz üç aydır inanç ve
ideallerimizi birlikte paylaşıyor ve henüz üç aydır ‘yaşıyordum. '
Mutluydun. Bunu biliyor ve görüyordum. Senin mutluluğun beni de mutlu
ediyordu. Seninle sevginin tılsımını çözmüştük. Evet ebedî bir sevginin
kaynağının ‘birbirine bakmak' değil, ‘birlikte aynı yöne bakmak'
olduğunu ağlıyorduk. Senin baştan beri kalıcı güzelliklere olan
bağlılığındı seni bana sevdiren. Allah'ın kalblerimize koyduğu
muhabbetullah hissi ve oradan yayılan varlık sevgisi etrafa dalga dalga
yayılıyordu. Gece ve gündüzümüz hep o sevşöyle aydınlanıyordu sanki.
Huzurluyduk. Ve yuvamızın huzur kaynağı belki de senin geceleri sessizce
yaptığın o dualardı. Tâ ki o geceye kadar. 17 Ağustos günü seninle
alışverişe çıkmış, epey yürüdükten sonra dönüşte annenlere uğramıştık.
Onların dualarını almıştık ‘iki dünya mutluluğu' adına. Bulaşıcı bir
yanı vardı mutluluğun, bizi görenler de neredeyse bizim kadar mutlu
oluyorlardı. Eve geç dönmüştük. Yorgun olmamıza rağmen uyumaya pek
niyetimiz yoktu. Sen birer kahve yaptın ve uzun uzun sohbet ettik.
Önümüzdeki günler hakkında, hedeflerimiz adına, niyetlerimiz adına
konuştuk. Etrafımızdaki insanlara daha çok nasıl faydamız olur,
bildiklerimizi nasıl daha çok anlatabilir, bilmediklerimizi nasıl daha
iyi anlayabiliriz diye, eserleri nasıl okumalıyız diye, düşündük. O gece
bir kez daha inandım senin gönül dünyandaki güzelliklere ve bilmenin
sevginin başlangıcı olduğuna. Saate bakmıştım bir an, üçe geliyordu.
"Artık uyumalıyız. " diye düşündüm. Sen her gün biraz okuduğun baş ucu
kitabından birkaç sayfa okumak istedin. Ben ise tam sana iyi geceler
dilemiştim. İşte o an. Ömrümde ilk defa duyduğum o uğultu koptu. Hiç
bilmediğim bu uğultu, korkunç bir sallantıya dönüştü. Bu neydi Allah'ım.
Sehpanın üzerindeki bardağı bile anında yere fırlatan bu sarsıntı
neydi? Evet, Allah'ın Celâl İsminin bir tecellisi olan bu sarsıntıyı
kabullenmek görekiyordu, bu bir zelzeleydi. Gözlerindeki mânânın adı ise
acziyetten gelen şaşkınlıktı. Hemen elinden tuttum, ayağa kalkıp
kapının eşiğine gittik; ama boşunaydı gayretlerimiz. Sallantı toz bulutu
haline gelmişti. Biz dışarı çıkamadan tavan üzerimize çökmüştü. Ben
senin üzerine düştüm, portmanto ise benim üzerime. Ve sen acı
çekiyordun. Çünkü kırılan camlar bacağına batıyor, üstüne üstlük ben de
hareket edemiyor ve sana acı veriyordum. Sen o kadar ince ruhluydun ki,
beni üzmemek için, kendi acını unutup bana hissettirmemeye çalışıyordun.
On sekiz saat bizi fark etmelerini, feryadımızı duymalarını bekledik.
On sekiz saat birbirimizin ellerini tutup birbirimize teselli verdik. O
durumda iken bir aralık bana ‘Eğer ölürsem, seni orada bekleyeceğim. '
dedin. Ve on sekiz saat, kim bilir belki de on sekiz ölümü bekledin.
Aradan dört gün geçmişti. Şehir o şehir değildi. İzmit bambaşka bir
mekân olmuştu. Ben felâketi biraz olsun atlatmıştım. Senin durumun ise
kötüydü. Doktor, bacağının kesileceğini söyledi. Bunu duyar duymaz
İkinci bir zelzele ile dünya başıma yıkıldı sandım. Ama sen hâlâ
gülümsüyordun. Sen nasıl bir insandın? Ne dünyaya ne de dünyalığa önem
veriyordun. Senin için maddenin ve kaybedecek olduğun bir bacağın hiç
önemi yok muydu? Hattâ hayatta kalmanın bile. Sekizinci gündü. Bir
kibrit kutusu gibi yıkılan evler, evlerin altında kalan canlar, ümitler.
Çığlıklar, ‘Sesimi duyan var mı?'lar. İsyanlar, sabırlar. Nice
hikâyeler, mucizeler ve gönüllerde derin bir fay hattı. Şehirde keskin
bir ceset kokusu ve insanlarda büyük bir hüzün hâkim. Boş arsalar
kireçlenmiş toplu mezarlarla dolu. Evini, annesini, kendisini kaybetmiş
insanlar. İnsanların dilinde tek kelime: Deprem. fakat sadece bacağın
gidecek derken, sen birlikte olacağımız ebedî âleme gittin, geride dolu
dolu yaşanmış üç ay ve ideallerini yaşatma azmi kaldı. Elimde, senin en
çok sevdiğin çiçek, naif bir kırmızı gülle mezarının başındayım. Artık
sen yoksun yanımda, ne de gönül pınarının heyecanları. Sen gittin,
geride hüzün, geride ben, gâye - i hayâllerimiz. Şimdi omzumu sıvazlayan
yakınlarım, ‘Bırakma kendini. Unutur, yeni bir yuvayla yine mutlu
olursun. ' diyorlar. Aslâ!. Sen bana o zor dakikalarda ne demiştin? Biz
seninle "ötelere"sevdalandık. Şimdi mezarının başında seninleyim. Bu
bize yeter. Ey benim ötelerdeki eşim ve eş ruhum, bana ‘unutursun'
diyenlere sadece acı bir tebessümle bakıyorum. Biz seninle sürekli
"öteleri"aradık. Sen buldun aradığını. Ben ise yoldayım hâlâ. İmtihanın
bu en zor anında sabır diliyorum Rabb'imden. Ne olur, seni sevdiğimi,
her an dua ettiğimi ve sana kavuşacağım günü şafak sayar gibi
beklediğimi bil. Vekillerin En Güzeli'ne emanet ol. * 1999 Marmara
Depremi'nde yaşanmıştır.
17 Ekim 2016 Pazartesi
Bir Hayat Yetmedi
Yaşanmış Hikayeler
Etiketler:
Yaşanmış Hikayeler
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder