Sabah seni yine rüyamda görmüş olmanın sevinşöyle
uyandım. Rüyamın etkisiyle evin içinde dolaştım bir süre; ne yapacağını
bilmeyen bir serçe misali. Her zamanki gibi detayları hatırlamak için
uğraştım saatlerce. Ne olmuştu o asır gibi gelen ama bilimsel
açıklamasında 5 - 6 saniye olduğu şöylenen rüyada. Bir bulmacanın bir
yap bozun parçalarını birleştirircesine ayrıntıları inceledim. Ortaya
yine bin bir çeşit anlama gelecek şeyler çıkmıştı. Korku, endişe,
sevinç, mutluluk tam bir kozmopolitik yapı ama ayrıntılardan ziyade
senin o rüyada olman yetiyordu bana. Kendime ancak yüzüme çarpan soğuk
su ile geldim. Akabininde evde hayalet gibi dolaşıyordum. Aynada kendimi
seyrettim uzun uzun. Ayna bir oyun mu oynuyordu bana yoksa aynadaki
akis gerçekten ben miydim? Bir hortlağa benzemiş çökmüş yüz benim miydi?
İki gündür evden hiç çıkmadığımı hatırladım. Stajım vardı, işlerim
vardı ben ise evdeydim. İki gün kocaman iki günü düşünerek geçirdim
özellikle seni ve bizi. Dört duvar arasında, iki gün, dört duvar sen ve
ben. Yavaş yavaş hatırladım o iki günü. Birkaç kere kapı çalmıştı ama
aİmamıştım oysa annemler elektrikçi, sucu, doğalgazcı bilumum fatura
sayarın geleceğini onlara kapıyı aİmam gerektiğini gittiklerinin son
dakikasına kadar tekrarlamıştı. O kadar ısrar etmişlerdi ki "sende gel
herkes çok özlemiş seni görmek istiyor "benim ise ağzımdan çıkar üç
kelime. Stajım var gelemem. ama şimdi evdeydim hem de iki gündür. Sahi
ev telefonunun neden hiç sesi soluğu çıİmamıştı, ya baran olsun hiç
susmayan, her çalışında beni yerimden fırlatan cep telefonuna ne
olmuştu? Aslında belki yüzlerce kez çalmıştı ama beklediğim melodi bir
türlü çalmıyordu. Herkes aradı; senelerdir beni aramayan teyze çocukları
bile aradı "niye gelmedin" diye bir sen aramadın. Belki de ilk kez
soğuk Kenya gecelerini özlediğimi fark ettim. O ismi her anıldığında
içimde bin bir nefret uyanan Kenya'yı özlemiştim, o iki sene boyunca
daha önce hiç yaşamadığım acıları, ihanetleri, nefreti bana yaşatan
Kenya'yı özlemiştim. O soğuk şehirler arası yolculuğu özlemiştim, ucunda
annem babam kokanı değil İsmini bile hep farklı telaffuz ettiğim
Konya'ya olanını. Neydi bu kaçırınefretin sebebi. , bir şehirden neden
nefret edilirdi ve neden sonradan nefret edilen bu şehre özlem doğardı:
üniversiteye girmek iki seneyi almıştı. Bin bir çeşit planlar yaparak en
sonun da herkesin kaçtığı o kadim şehre ben gitmiştim kararlıydım
kaçmayacaktım. O şehrin sokaklarında bir toz bulutuydu yaşamak. Namus
metre ile alınır fazilet kilo ile satılırdı. Sabahları yalan girerdi
pencerelerden güneşten önce. Dev arenalara benzeyen sokakları kaç ve
zulum kokardı. Gece olunca duvarlar utanırdı duvarlığından, eller ve
ayaklar bütün gece öğrenci evlerinde yıkanmayı bekleyen kirli bulaşıklar
gibi beklerdi sabahı. Bir semtinde amonyak içki kokuları diğer bir
semtinde parfüm kokuları karışırdı havaya. Daha ilk aylardan başladı
nefret ve ihanet. İlklerin değeri çoktur; ilk korku, ilk yürüyüş, ilk
ağlayış, ilk isyan, ilk nefret, ilk öç alma isteği, ilk ihanet ve daha
sayamadığım bir sürü ilki yaşattı o şehir bana. Sadece kin, nefret değil
sevgiyi de, tecrübeleri de, mutluluğu da yaşattı ama sanki zamanla
yapılan her zamanki pazarlıkla almak istiyordu görünmez bir güç elimden
her şeyi. İlk Kenya da kapanmıştım eve. Haftalarca bir hayalet misali
dört duvar, dört gün, dört ay, dört asır ve ben. Sonra alınan reformlar
yeni kurallar yeni bir ben ve yeni bir yaşam. Bunların hemen akabininde
karşımdaki sen. Her şeye baştan başlamak seninle. Belki de benzer
yazgılara sahip iki kişinin buluştuğu bir kavşakta buluştuk. Kadere pek
inaİmam bilirsin ama belki de uzun zamandır yürekten demediğim bir söz
"belki de kader buluşturdu bizi". Üç ay; Mayısı Nisana bağlayan bir
gecede beraberdik Hazaranı Temmuza bağlayan bir gecede ayrı düşüyorduk.
Bu yeni kurduğum yaşamdaki ilklerden biriydi; ilk ayrılış. İşte o gün
yüreğime bir sancı saplandı, ilklerin önemi. Kafamda bin bir çeşit
endişöyle yolladım seni Kenya'nın o soğuk ve şehirler arası
terminalinden senin sıcak şehrine. Çok değil bir saat sonra bende
yolcuydum ama daha o zaman bir acı belirdi içimde; sensiz geçen bir
saat. Senle başladığım yeni bir yaşam bu yaşamda seni en tepeye oturİmam
ve bunu yürekten yapıp sana da göstermem. Belki de sana kısa gelen üç
aylık zaman sonunda bile bana acı çektiren sensiz bir saat. İlk mola
yerinde senden gelen o sıcak ses; benden bir saat önce burada oluşun.
Şehre duyduğum özlem sendendi, nefret ise hala içimde gizli. Yangının
deliren avuçlarında mavi bir sıçrayıştı ayrılık, bağırmak ne ki sahibini
arıyordu yürek. Kurmalı bir saati andıran hayatın ilerleyen tik
taklarında geliyordum kendime. Beklediğim istediğim çok fazla şeyler
miydi? Yapılması imkansız mıydı? Oysa senle yapılan saatlercelik
sohbetlerde edilen cümleler hep ortaktı, istekler beklentiler hep
aynıydı, korkular benzerdi. Peki ama neden pratiği farklıydı. Sevgi
fedakarlıktı, ilgiydi ve bunları yaşama uygulamaktı. Başka bir şimdi
yoktu. Saatler 12:48'i takvimde 3 ağustosu gösteriyordu. Zaman ne çabuk
akıyorduarandevusuna geç kalmış misali. Ne kadar dolu yaşamıştık beraber
geçen günleri ve senin hit sözcüğün "anlatsam sana anlatamadıklarımı
dökebilsem içimi "peki ne zaman anlatacaktın, beklenen neydi. Neden
kendi kendimizle yaptığımız Savaşı hep başkaları kazanıyordu? Neden. ?
Bunların hepsini şu iki güne sığdırmak zordu Beraber geçen zamanın
ayrıntılarını iki güne sığdırmak zordu. Ayrılık saaşöyle içimdeki
fırtınanın büyümesi çok kısa bir zaman almıştı bu iki günde hep yaptığım
dindirmeye çalışmak oldu bu hırçın fırtınayı. Bütün bunları düşünürken
kendimi dışarıda buldum hayret iki günün sonunda dışarıdaydım. Artık
bedenimin kontrolünü kaybetmiş olmalıydım, kim dayana bilirdi ki bu iki
günlük ev hapsine. Bazen iç güdülerimin bedenimi yönetmeye başladığını
hissetim. Keşke hep iç güdülerimi dinleye bilsem, mantığı bir kenara
bırakıp keşke hep duygularımın peşinden gidebilsem, o keskin bıçağın
üzerinde koşabilsem özgürce, o sırat köprüsüne benzer uçurum kenarında
oynaya bilsem delice, bağırabilsem seni bir çocuk neşeşöyle. Peki ama
nerdesin?. İyi geliyor açık hava. Canlandığını hissediyorum
hücrelerimin. Güneş şimdilerde ısıtmıyor eskisi kadar. Heykeldeyim
Bursa'nın merkezinde. İnsanlar bir telaştır gidiyor, herkes kaptırmış
kendini bir söylere. Vitrinlerin yalancı çekiciliğine bırakıyorum
kendimi. Birden sen düşüyorsun aklıma yarın 4 ağustos yani doğum günün,
burada olsaydın vitrindeki şu güzel saati alırdım sana. Nerdeyse doğum
gününü unutacak kadar seni düşünmüştüm iki gün boyunca. Ne garip değil
mi? Hava kararmaya bağlıyor yavaş yavaş. Eve dönme vakti yaklaştı
gecenin kıranlığından kaçma vakti geliyor sensiz geçen her saniye ile
birlikte. Eve gitmeden önce bir kitap evine giriyorum çok değil kısa bir
süre sonra elimde bir kitapla dışarıda buluyorum kendimi. Benim için
zaten hep anlamadığım bir ayin olmuştur kitap almak. Bu geceyi de kitap
okuyarak devireceğim, tıpkı bir önceki gibi daha önceki gece gibi.
Kendimi kötü hissettiğim her zaman olduğu gibi evime gidip kitaplarıma
sığınacağım. Eve doğru yürüyorum ağır adımlarla, insan selinin içinde.
Birden yanımda olman duygusu çöküyor içime. Son zamanlarda bu o kadar
çok oluyor ki. Kafamda sen ile eve yollanıyorum. Ben bunlarla uğraşırken
galiba o benden habersiz, bak aramadı hiç, sormadı. Peki yürekte
hissediyor ama neden uygulamıyor? Düşündükçe sinirlenerek kendime eve
varıyorum. Ev tam takır ıpıssız. Duvarlar sanki üstüme üstüme geliyor.
Kendime gelmek için bir kahve yapıyorum. Tam kahvemi almış yeni aldığım
kitabımı okumaya başlamışken kapı çalınıyor. Önce açmayı düşünmüyorum
tıpkı diğer sefer çalınanlar gibi ama kapının arkasındaki, her kimse
karar vermiş içeri girmeye.şöyle ısrarlı çalıyor ki dayanamıyorum kalkıp
yerimden istemeye istemeye kapıya yöneliyorum. Arkadaşlar merak
etmişler kaç gündür haber almayınca. onlarda artık biliyor bu sahneyi
elimde kahvem kitap dört duvar ve ben. Bilmedikleri ise kafamdaki
düşünce sen. Hazırlan hadi çıkıyoruz diyorlar. Kabul ediyorum çaresizce
itiraz edecek hali bulamıyorum kendimde. tamam diyorum ama önce yaİmam
gereken bir şey var Telefona sarılıyorum seni arıyorum ve uzaktan soğuk
bir ses geliyor Efendim.
Kırk Yıllık Dostum Sabahın o
muhteşem ilk saatlerini yakalayabilen akıllı adamlardan olamadım hiç.
Ancak kuvvetli bir dürtü olursa, isteyerek ve severek erkenden uyanır,
her gün şöyle erkenci olmaya söz verir, sonra hemen unuturum. fakat son
iki haftadır yalnızca onunla beraber olabilmek için erkenden kalkıyorum.
Saat altı oldu mu, beynim otomatik olarak uyanıyor, ama bedenim yarı
uykuda, bir kavgadır bağlıyor: "Yat uyu! Tatildesin. Öğleye doğru
kalkarsın, iki rafadan yumurta, sıcak ballı süt, peynir, tereyağı,
kızarmış ekmek ve tavşan kanı büyük bir bardak çayla güzel bir kahvaltı
yaparsın. Denizi seyredersin. Gazetelerin beş para etmez sayfaları
arasında tembellik edersin. Yat uyu. Tatildesin. Ta - til - de - sin!" "
Hayır. Hemen fırla yataktan. Soğuk bir duş yap. Çivi gibi ol. Sokağa at
kendini. Şimdi herkes uyuyor. Sokaklar senin, köy senin. Doğmakta olan
güneş senin. Deniz senin. Sabah rüzgarının genç, uçuk mavi ışıltısı,
taze serinliği senin. Çok erken sabahın o inanılmaz gücü senin.
Tembellik etme. Kalk. Bütün bunların tadına var. "Kısa bir sessizlik
olur, hangi yanı tutacağıma karar veremem bir süre. "Tatildesin.
Yıllardır sabahları erkenden kalkıp işe gitmekten bıkmadın mı?Şimdi
tatil yapıyorsun. Yat uyu. Yastık yumuşak, yatak sıcak. Çek pikeyi
üzerine, bir düş düşle. Dünyanın herhangi bir kuzey kentine uçak bileti
alıyorsun. Neresi olduğunu sakın belirleme. Sonrasını düşünde görürsün.
Bırak kendini uykunun şefkatli kollarına. Bırak rüyanın sihirli değneği
işlesin. Bırak uyku çeksin seni. Uzun, sessiz, dipsiz bir kuyuya deli
bir hızla yuvarlan. Uyu. Uyku alsın götürsün seni. Uykularında olsun bir
kez teslim olmayı dene. Gevşe, rahatla. Uyu. Tatildesin!" "Peki ya
Sulhi?" "Ta - til - de - sin!"Sulhi şimdi dükkanını açmaktadır. Bu
saatte müşterisi olmaz. Müşterisi olsun diye açmaz zaten: Kendisi için.
Çiçeklerini sular bir bir. Yeni bir konserve kutusuna birkaç gündür kökü
suya bırakılmış bir bitki diker. Bol bol sardunyalar. Rengi artık hiç
çıkmayacak ilaçlarla boyanmış vişne çürüğü parmak uçları toprakla
kaynaşır. Çamurlu ellerini kadife pantolonuna siler, sonra kapının önünü
sular. Sabahın en erken toprağı Akdeniz açlığıyla emer suyu. Mis gibi
kokaç sabah. Kısa bacaklı bir tabure koyar dükkanının önüne. Eski, her
yanı eğrilmiş, isten kapkara olmuş küçük cezvesine ölçerek bir fincan su
doldurur. İspirto ocağını yakar. Bir çay kaşığı şeker. Şeker suya iyice
karışmalıdır. İki kaşık kahve. Dikkatle karıştırır kahveyi. Severek ve
özenle. Sorunca; "iyi ve güzel işler severek, özenle yapılmalıdır. "
der. Kahve ve şeker tamamen suya karışmıştır ki, cezveyi ateşe koyar.
Büyük bir sabırla kahvenin hifif ateşte köpüklenmesini bekler. O sırada
ne düşünür, nereleri yaşar bilmiyorum. Çözemiyorum. Biraz sonra dünyanın
en güzel kokusu yayılır çevreye: Sabah kahvesi kokusu! Toprak, sabah
kahvesi ve su kokusu birbirine karışır. Bu, çok sık rastlanmayan bir
güzellik yaratır. Görülür, koklanır ve tadılır bir güzellik. Önce
kahvenin köpüğünü boşaltır fincana, sonra tekrar cezveyi ateşe tutar,
fokur fokur kaynayana dek. Kahve pişmiştir artık. Günün ilk sigarasının
vaktidir şimdi. Mavi - beyaz kareli gömleğinin sol cebinden bir sigara
çeker, kibrit aranır. Dükkana girer, kibrit bakınır. O karmaşa ve deli
dağınıklıkta masanın altına düşmüş kibriti bulur. Sigarasını yakar. Kısa
bacaklı taburesine döner. Höpürdeterek kahvesinden bir yudum alır, bir
nefes de sigarasından. Oh be! Gözlerini kısar, kimselerin bilmediği bir
yeri görür gibi gizemli, hazlı birkaç dakika yaşar. Derin bir iç çekerek
elli sekiz yaşında yaşamaktan ne kadar çok tat aldığına yanarak,
kahrolarak sevinir. Sabahı koklar, kahve içer, sigara içer. "Uyu.
Tatildesin. " "Kalk ve Sulhi ile sabahı yaşa. " "Ta - til - de - sin!"
"Sulhi'nin sabah kahvesini kaçırma!"Kalktım. Uykumu soğuk duş ve sabah
ile yendim. Ayak seslerimi dinleyerek paket taş döşeli, dar köy
sokaklarında yürüdüm. Yalnızca kendi ağırlıklarını omuzlarında taşıyan
bağımsız ve yalnız adamların gururuyla keyiflendim. Onu dükkanının
önünde oturmuş, kahvesini içerken buldum. Gözlerini uzaklara dikmiş
düşünüyordu. Bir teneke kutunun üzerine miden koyup oturdum karşısına.
Bana baktı. Beni gördü. "N'aaber"anlamına göz kırpıp, başını salladı.
"İyidir" gibisine gülümsedim. Kahvesinin kalan kısmını ben orada
yokmuşum gibi ağır ağır içti, bitirdi. Kalktı. Yaşına bir türlü uymayan
çevik adımlarla fırladı gitti. Elinde bir fincan suyla geri geldi.
Suskun ve dikkatli yeniden şekeri sonra kahveyi suya karıştırdı.
Sorunca: "İnsan susar, varlığı konuşur. " der. Varlıklarımızıkonuştu.
Varoluşumuzun bilincine ve tadına vardık. Kahvemi uzattı, bir de sigara
yakıp verdi. Yıllar var birilerine hiç yakın olamazken, Sulhi'ye yakın
oluşum, varlığını duyabilişim tedirgin etmeden şaşırttı beni. Onun
yanında hoşnuttum ve şöyle kolay hoşnut oluşumdan huzursuz değildim.
Kendimi sorgulayıp, hırpalamadım bu kez. Hoşnutluğumu yaşadım kahvemin
tadında. "İnsana insan görek" diye geçti içimden. Bu da yetmedi.
İçimdeki sesi de susturdum. Sessizleştim. Dükkanın açık kapısından
içerdeki berbat dağınıklığa gözlerimi diktim. Gördüğüm en gösterişli
dağınıklık beni yine büyüledi. Bana hep sevimli ve zekice gelen o
kocaman STÜDYO levhasının, aslında bana ince ince dokunan bir acıklı
yanı vardı ki, yıkıntılar üzerine kurulu bir imparatorluk gibiydi. Don
Quichote'u pek severim ben. Sulhi yeniden kalktı, yirmi yıl önce ömrünü
tamamlamış Stüdyoya girdi. Bir zamanlar masa olan bir tahtanın
çekmecesinden bir zarf çıkarttı, geldi karşıma oturdu. Zarfın içinde
kurutulmuş bir kelebek vardı. Özenle kurutulmuş, sonra eski bir masa
gözüne hapsedilmiş. "Askerliğimi yapmak için geldim buraya ilk kez.
Askerlik bitince de yerleştim. O zamanlar adı pek bilinmez bir köydü
burası; ama güzelliği tanır gözlerim. Bu kelebek köydeki ilk dostumdu.
Onu çok severdim. Öldürdüm ve sağlıyorum. Başkası öldürmesin diye.
"Kelebeğe baktım. Yüzünde en yakın dostun eliyle öldürülmüş olmanın
kederini aradım. Bulamadım. "Askere gitmeden önce İstanbul'da bir
sevgilim vardı. Onunla evlenmedim. Karım olmak onu soldurur diye.
Başkasının mutfağında soluyor şimdi, benimkinde değil. "Sevdiği kızı
düşündüm. Terk edilişinin nedenini ve anlamını kavradı mı diye. Hiç
inanmadım. "İlk müşterim ebe hanımdı. Geldi. Vesikalık resim çektirdi.
Onun kızıile evlendim. İlk müşteri uğurludur diye. "Karısının Akdeniz
köylüsü yüzü ve iri elleri geldi aklıma. Gençken güzeldi herhalde dedim.
Yine de Sulhşöyle yan yana koyamadım bir türlü. Sulhi yeniden dükkana
girdi. Küçük, eski "mono"teybine Vivaldi kaseti koydu. Dört Mevsim
yayıldı dükkana, içeriye sığmadı, kapıdan taştı, kapı önüne birikti; tam
benim oturduğum yere. Müzikle beraber, hala ıslak toprak canlandı.
Havada Rengarenk bir sevinç kıpırdadı. İçim kımıl kımıl, sıcacık, ışıl
ışıl oluverdi. komşu şeylerden biri bebek, üç kadın ve bir erkek
çıkageldiler. Yeni doğmuş bebek kucaklarında bir "aile
hatırası"çektirdiler. Sulhi o zavallı stüdyosuna aldı onları. Sanki
muhteşem bir kraliyet ailesinin fotoğrafını çekiyormuş gibi özenle öne
üç kadını oturttu. Bebeği ortada oturan "yeni - anne"nin kucağına verdi.
Baba arkada, ayakta elleri iki kız kardeşinin omuzlarında vakurca
dikildi. Bu pozu üç kez çekti Sulhi. Sonra bir de, baba, bebek ve
annenin üçlü fotoğrafını. Köylüler sevinç içinde teşekkür edip gittiler.
Teypte hala Vivaldi çalıyordu. Bu kadar birbirini tutmaz manzaraları iç
içe yaşamak beni hem şaşırtıyor, hem de anlatılmaz biçimde çekiyordu.
İzin isteyip kalktım. Sahile indim. Bir sahil kahvesinde çay içtim.
Biraz dolaştım ve pansiyonuma döndüm. Günün kalan kısmı herkesle ve
herkesinki gibi geçti: Arkadaşlar, deniz, güneş, yemek falan filan.
Bunlar bedenimi dinlendiriyor ya, aklım fikrim Sulhi'de. Benim gibi
sevgililerine - topu topu üç tane zaten - bile çok yakın olİmamış,
kuşkucu, soğuk bir insanın, bu garip Yaşlı adamı şöyle çok seviyor oluşu
bir garibime gidiyordu. Buna en çok tatile beraber geldiğim iki erkek
arkadaşım gülüyor, açık açık dalga geçiyorlardı benimle. akşam
yemeğinden sonra Sulhi'yi her zamanki sahil lokantasında yakaladım.
Bozuk aransızcası ile bir turist kıza bir şeyler anlatıyordu. " denizi
ve güneşi en erken ve en saatlerinde yaşİmamış olanlar daima ortalama
kalacak insanlardır. "Kızcağız anlİmamış, kocaman gözlerle şaşkın,
Sulhi'ye bakıyordu. Ben anlattım. Güldü kız. "Bu adam filozof" dedi ve
gitti. Burun büktü Sulhi kızın ardından. Filozof kelimesini sevmemişti
besbelli. Ben de onun gibi bir kadeh rakı alıp, oturdum karşısına. Deniz
önümüzde simsiyah uzanıyordu. Hiç konuşmadan uzun bir süre denize
baktık. Kumların üzerindeki tahta masada rakı içtik, denizi dinledik. Ne
sabırlı bir derinlik, ne anlatılmaz bir huzur taşır bu konuşulmadan
paylaşılan dostluk anları. "Büyük oğlumdan mektup aldım bugün.
Hollanda'da gitar çalıyor oğlum. "Baktım. Sesindeki kederi gördüm.
Dükkânının duvarında asılı fotoğraflarından iki oğlunu anımsadım.
Yakışıklı, uzun boylu iki delikanlı. "Büyük oğlum bana benzer. Hiç
uslanmayacak ve hiç mutlu olmayacak!"Yeni bir rakı daha istedi. Canı
sıkkın diye düşündüm. Çok içiyor diye hayıflandım. O orada, gözleri
denizde, kaskatı oturuyordu. Konuşmaya cesüret edemedim. Bu ne garip bir
adam diye yeniden düşünmeye başladım. Bazen ne olağandışı, inanılmaz
güzel, bazen de ne sıradan. İşte şimdi karşımda alkole düşkün, oğlunu
özleyen Yaşlı bir baba olmuş oturuyor, oysa bu sabah köylü ailenin soylu
fotoğrafçısı, Vivaldi sever, düşünen bir adamdı. "Yarın sabah erkenden
yola çıkıyoruz. İstanbul'a dönüyoruz" dedim. Başını çevirmeden, buz gibi
"İyi ya, yolun açık olsun" dedi. Bu kadar mı? Hepsi bu mu? Keyfim
kaçtı.şöyle ya, ben onun gözünde tatilini deniz kenarında, turistik bir
köyde geçiren, biraz da içine kapanık bir genç adamdım. Daha ne deseydi
yani? Beni çok özleyeceğini falan mı? Kim bilir o kimlerle
karşılaşıyordu her yaz bu köyde. Bir şeyler kırıldı içimde. Ne duygusal
bir herifim, diye kızdım kendime. Yapayalnız, buruk, kederli kalakaldım.
Bir sigara yaktım. Kendimi toparlamaya çalıştım. O hâlâ yanı başımda
oturuyor, dalgın, denizi seyrediyordu. Sanki ben orada yoktum. Belki de
hiç olmadım! Birden fırladı yerinden. "Eve gidip, biraz da bizim
Halime'yi memnun edeyim, anlarsın ya!" dedi. Tanrım ne bayağılık, ne
çürümüşlük! İçim bulandı. Bu adamı ne sandım ben? Yine kitaplarda
yaşıyorum. Yaşlı adam ve Deniz. O Santiago, ben Manolin!Oh ne âlâ! Ah bu
benim sınır bilm düşçülüğüm. Pansiyonuma ayaklarım sürüklenerek döndüm.
Uzun süre yatakta döndüm durdum. İçim sıkılıyor, güçlükle nefes
alıyordum. Yaşayan birisini ölü saymaya çalışmak, bir insanı öldürmekten
güç olmalı diye düşündüm. Rüyamda Hemingway ile bir sal üzerinde
dalgalarla boğuştuk gece boyu. Ertesi sabah erkenden uyandırıldım. Güneş
doğmadan yola çıkmalıymışız. Sıcağa yakalanmadan yolu yarılayacağımızı
söylüyordu arabayı kullanacak arkadaşım. Son bir - iki havlu, diş
fırçası ve terliği de çantama attım. Arabanın arka koltuğuna oturdum.
Bir karış suratım, güneş yanığıyla acıyan sırtım ve sabahın erken
saatlerinde bir türlü ayılamayışım. En kötüsü Sulhi'nin dün geceki hali.
Kimse dokunmasın bana. Kimse konuşmasın benimle. Arabamız hareket etti.
"Bak az daha unutuyordum. Şu senin pek sevgili fotoğrafçı dostun
sabahın köründe geldi, seni sordu. Uyandırayım, dedim, dokunmayın,
sabahları güç uyanır o, dedi. Sana bunu bırakıp gitti. "Sulhi'ye
duyduğum yakınlığı başından beri sezip, bunu kendisine yapılmış bir
haksızlık gibi algılayan arkadaşım bir konserve kutusuna dikilmiş
sardunyayı ve kirli bir dosya kağıdına kötü bir el yazısıyla yazılmış
bir notu pis pis sırıtarak uzattı. Umurumda mı sanki, uzaktaki
sevgilisinden mektup almış liseli bir delikanlı gibi heyecanlandım.
Uykum filan kalmadı, ayıldım, sevindim, heyecanlandım. Buyrun işte, ben
adam oİmam! Kağıdı açtım: "Çiçek dostluk demektir. Bir fincan kahvenin
kırk yıl hatırı vardır. Sulhi. "Yalvar yakar, iki arkadaşımı Sulhi'nin
dükkanına geri dönmeye razı ettim. Ama o ne? Neden kapalı bu dükkan?
Halbuki şimdi dükkanının önünü suluyor, sabah kahvesini. Kapıda bana
yazdığı mektubun kağıdına benzer bir kirli sayfaya karalanmış bir not
asılı: "SULHİ BUGÜN ÇALIŞMAYACAK. "Yola çıktık. Yol boyunca hep iki
cümleyi yineledim kendime: Beni seviyor. Gidişime üzülüyor. Yüreğim
kımıl kımıl. Neden şöyleyim ben? İnsanlar, insanlar, insanlar. Kocaman,
yayvan bir gülümseme takılı kaldı yüzüme bütün gün. Şimdi oturdum ve bu
öyküyü yazdım. Kırk yıllık dostum Sulhi'yi siz de bilin diye.
17 Ekim 2016 Pazartesi
Dört Duvar
Yaşanmış Hikayeler
Etiketler:
Yaşanmış Hikayeler
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder