Güneşli, hafif rüzgarlı bir sonbahar günüydü. genç
adam, arkası dönük olduğu halde; pencereden dışarıyı eyrediyordu.
"yaprakların dökülüşlerini görüyor musun?" dedi, duygu yüklü bir
ifaşöyle. Sonbahar, dışarıda hükmünü icra ediyordu. Karşıda ki tek katlı
evin avlusunda, şemsiye şeklindeki erik ağacının sararmış yaprakları
rüzgarın etkisi ile havada daireler çüzerek uçuşuyorlardı. "Bilir misin?
her yaprağı koruyan bir melek varmış. O bırakmadıkça yere düşmezlermiş.
"Pencerenin önündeki akasya ağacının yaprakları hala yeşil ve zinde
gözüküyordu. Ardıç ağacı, yaprağını dökmemenin gururuyla bir minare
şeklinde yükseliyordu. Yeşilliğinin bütün ihtişamı üzerindeydi.
Üniversitenin bahçesinde kavak ağaçları yapraklarını dökeli çok olmuştu.
Caddeden; el ele, kol kola, kızlar, erkekler gelip geçiyordu. "Sen,
akıllı ve zeki bir kıza benziyorsun. "Beklemediği iltifat hoşuna
gitmişti. Dinledi ve beklemeye geçti. Her iltifatın arkasından
genellikle bir istek geldiğini bilirdi. "Bana hatıralarını yazar mısın?"
"Bir genç kızın hatıraları ne olabilir ki? Hem bunu neden
istiyorsunuz?" " Hikayeni yazmak istiyorum. " " Hiç düşünmedim. Hayır,
Hayır, yapamam. " "Fevkalade yapabilirsin. Hem itiraz da istemiyorum"
genç adam, döndü ve bilgisayarın tuşlarına dokunarak; wordu açtı. Earana
iri bir başlık atmıştı. "adı da, "Taşradan Gelen Çiçek"olsun. İsim çok
güzeldi. genç kız; içinden birkaç kez tekrarladı. "Taşradan Gelen Çiçek"
"Taşradan Gelen Çiçek"Bu sanki kendini anlatıyordu. Bu nasıl olurdu?
genç adamı yeteri kadar tanımıyordu. Bilgili birine benziyordu.
Bakışları ve sözleri insanın içine işliyordu. Yanındayken bir şey
yazmadı. Gitmesini bekledi. Uzun süre kalmadı. İşleri vardı gitti. Büro
genç adamın olmasına rağmen; arada bir işi oldukça uğruyordu. Hiç
düşünmediği halde; bu emre itaat etmek istiyordu. İşe alırken katı
kurallar koyan ve sert konuşmaları olan bu insanı; fazla tanımıyordu.
Görünüşü saygı duyulmayı telkin ediyordu sanki. İlk gün onu, çok sert ve
katı kuralları olan, anlaşılması imkansız biri olarak görmüştü.
İnsanları anlamak için sadece görüntü yetmezmiş. Meğer hiç deşöyle biri
değilmiş. Annesi, insanları çekiniçecek birer mahluk olarak göstermişti.
Hepşöyle anlatmıştı. Duyguları, akıldan öne geçiyordu. Duygularının
kendini yanılttığını anladı. Babacan tavırları karşında; ona olan sevgi
ve saygısı her geçen gün biraz daha artıyordu. İçinden " Hatıralarımı
niçin yaİmamı ister ki? Hikayeni yazmak istiyorum demişti ya. O, bir
yazar mıydı ki? Daha önceleri, İsmini hiç durmamıştı. Acaba, hiç kitap
yazmış mıydı? Veya başka bir sebeple istiyor olabilir miydi?
Yazacaklarımı bir başka amaçla kullanabilir miydi?"Ardı arkası
kesilmeyen sorular aklını kurcaladı durdu. Nereden ve nasıl
başlayacağını da bilemiyordu? Her şeye rağmen denemekle ne kaybederdi
ki? Bu isteği, reddedemedi. Başladı ve bir kaç satır yazıp bıraktı.
"oturduğumuz köy, bir dağın eteğinde ve önünde koca bir ova uzanıyordu.
Her yıl erken bastaran kar, yorgan döşek hasta gibi yatardı. bağıra
hatta yaza kalırdı. Hiç kalkası gelmezdi. Dağların ve taşların karla
kaplı olduğu bir günde doğmuşum. Günün anısına adımı
"Kardelen"koymuşlar. Kaderlerimizin benzer oluşundan mı? İsimlerimizin
benzer oluşundan mı? Bilmiyorum ama adımı taşıyan kardelen çiçeklerini
bir ayrı seviyorum. Kışın ortasında kara inat kaç altından boylarını
uzatırlar. Parlayan güneşin altında nazlı nazlı boyun bükerler. Ak
rengini kardan alırlar. kaç suyu ile beslenir. Soğuğa ve gecelerin
ayazına dayanırlar. Katlanmayı bilirler. Sevgiye, sevince ve bağıra
müjdeci olurlar. Dağlarda ve kırlarda yetiştiklerinden dolayı
kardelenler taşralıdırlar. Bunun için utangaçtırlar. Usul erkaç
bilmezler. Bir bakıma çekingenliğin ve utangaçlığın sembolüdürler. O,
hep yalnızdır. O, hep yok ve acılı günlerde vardır. Bahar geldiğinde,
tabiat renkten renge girdiğinde de yine yalnızdırlar. Çiçekler, toprağın
zindanından daima yağmurun ipine tutunarak çıkarlar. Kardelen, karlı
sarp ve buzlu yüksek tepelerde açan mucize çiçektir. Sarp ve yüksek
tepeler onun vatanıdır. Bazen en yakın yeşillik bile çok uzaklardadır
kardelen için. Işığa, güneşe sevdalıdır yaratılandan beri. Cılız bir
ışık, küçük bir umut görse kırar buzları, eritir karları kardelen.
Işığa, aydınlığa ulaşmayı kafaya koymuştur bir kere. " "Kardelen şubat
ayında karları delerek kendini gösteren soğanlı çiçeklerdendir.
Türkiye`de Toros dağlarında doğada kendiliğinden yetişmekte ve soyu
giderek tükenmektedir. Kardelenin ince ve küçük yaprakları vardır. Beyaz
çiçekleri damlacıkları andırır. Karın zorlu baskısını ve ağırlığını
delip yüzeye çıkarlar. Bu narin çiçek, bu nitelişöyle bizim yurtdışında
çeşitli zorluklarla boğuşarak hayata yükselen çocuklarımızı benzerler.
bağıra ait ne varsa, yaşama ait ne varsa, alıp götürecek karlar
altındaki ak sinesinde saklayacak toprağın. Karakış kara toprağın
bağrında büyütünceye kadar ümitleri, koruyacak tohumları. Ve sonra
yeniden Yüce adaletin söz sırasını ona vereceği ana kadar toprak annelik
edecek ak saçlarıyla, yeşerecek ümitlere. Yeni muştulara gebe bahar
gelsin, toprak filizlerini büyütsün diye. Kalp ateşinin sıcaklığında
konaklasın. Gönüllerin misafiri olsun, filizlenip boy vereceği bir sine
buluncaya kadar. İşte son yapraklarını da toprağa veriyor ağaçlar,
yavrusunu cennetlere yolcu eden anne hissiyatıyla. "Birkaç gün sonraydı.
genç adam; "yazamaya başlaya bildin mi?" diye sormuştu. Kardelen,
imtihan ediliyormuş gibi bir mahcubiyet içerisinde "sadece birkaç satır"
diyebildi. Yazıyı açtı. Evet, yazılan azdı. genç adam, yüreklendirmek
ve cesüretlendirmek için; "Bir insanın hatıralarını yazması aslında
fevkalade bir şey. İçini birilerine dökerek; rahatlar. İnsanın yaşamı
boyunca sır tutabilen gerçek dostu bir elin parmaklarından daha azdır.
Ama kalem ve defter dinler. Yazılanları saklar. Anlattıklarına asla
ihanet etmez. "Sözleri onu yüreklendirmişti. Sonra, yazmaya devam
etmişti. " dedem erişmiş bir adammış. Babamsa dini bütün, yiğit bir
adammış. Ceketini, bahçede ağaca astığında Hacı Ali Musa, evde diye
çekinirlermiş. Çok yakışıklı ve bakımlı bir adammış. Çok güzel sesi
varmış Köyde üstüne güzel kaval çalan olmazmış. Bekarlığında köyün genç
kızları aşık olmak için yarışırlarmış. Unutamazlarmış. Merhametliymiş.
Seveni çokmuş. Yardım ve ihsan etmeyi severmiş. En büyük amcam, annem
gelin olmadan kanserden ölmüş. Üç halam olmasına rağmen; genç yaşta
ölmüşler. Babamsa, dedemlerin son çocuğuymuş. " "Rahmetli olan babamın
yüzünü hiç hatırlamıyorum. Öldüğünde çocukmuşum. Baba sevgisinin,
babanın ne olduğunu bilemedim. babasız büyümenin zorluklarını,
güçlüklerini, babasız olanlar daha iyi bilirler. Evin son çocuğuyum.
Önümde bir ağabeyim ve iki ablam vardı. Hayatın acımasızlıklarına bizim
için katlanan dul bir kadın ne kadar başarılı olabilir? Kolay mıydı?
genç yaşında dul kalmak. Bir kadının; evin hem erkeği hem de hanımı
olmak. Her insanın cesaret edemeyeceği bir sorumluluktu bu. Ama şöylesin
ki iş başa düşmüştü. Ne yapabilirdi? Evlenip çocuklarını ortada mı
bırakmalıydı? şöyle yapan çok değil miydi? Ama benim annem annelerin en
fedakarıydı. " "oturduğumuz ev amcamların eliyle bitişikti. Taşlarla
örülmüştü. Çamurdan sıvalı iki katlı bir evdi. Babağırahmetli oldukçan
sonra; amcam adeta Azrail kesilmişti. Babam sağken bile; babamı
kıskanırdı. Ama babamın yiğitliği karşısında hiçbir şeye cesaret
edemezdi. Annem güzel bir kadındı. Dört çocuğu olmasına rağmen; genç bir
kızdan farksızdı. Annemi tehdit ediyordu. Evli ve çocukları olmasına
rağmen; "ya benimle evlenirsin ya da defolup babanın evine gidersin"
diyordu. Annem bu gözü dönmüş, amcamdan çok korkuyordu. Biz olanları
sadece Yaşlı gözlerle seyrediyorduk. Elimizden bir şey gelmiyordu. Babam
hayattayken evimizden çıkmayanlar, sürekli babamın yanında olanlar;
artık yoktu. Ne olmuştu. Değişen neydi? Akrabalarda sadece bize
üzülmekle yardım ettiklerini sanıyorlardı. " "Biz de; amcamı
gördüğümüzde kaçacak delik arardık. Kendinden nefret ettirmişti.
Korkumuzdan dışarıya çıkamıyorduk. Annem; ahıra kapıdan gidemiyordu.
Evimizin salonundan ahıra inen bir kapı açmıştı. Bu kapıya, merdiven
dayadı. Bu şekilde hayvanları besliyordu. Bu kapıdan kimsenin haberi
yoktu. Üzerini tahta ve kilimlerle kapatmıştık. Bu şekilde fark
edilmiyordu. " "Yağmurlu bir sonbahar günü idi. Amcam; yine annemle
tartışıyordu. Biz; korkumuzdan titriyorduk. Annemi dövmek için içeriye
girmeye çalışıyordu. Ama bağıramadı. Yağmurdan dolayı toprak olan evimiz
akıyordu. Islanmadık bir yer kaİmamıştı. Yataklarımızı varana kadar her
yer ıslanmıştı. Yatacak ne yer, ne de yatak kalmıştı. Annem ağlıyor,
bizde annemin ağlamasına. Göz yaşlarımızıyağmur sularına karışıyordu.
Annem daha fazla dayanamadı. Çektiği sıkıntılar gözüne görünmüyordu.
Amcamın yaptıkları çok yıpratmıştı bizleri. Üstelik akrabalardı. Amcam,
annemin halasının oğluydu. Ama hiç kimseden çekmemişti, amcamdan çektiği
kadar. Dayımlara haber gönderdi. Adeta yalvarırcasına "beni kurtarın bu
deliden" diyordu. Dayılarım toplanıp geldiler. Traktörü çektiler evin
önüne, eşya olarak fazla bir şey yoktu. Bütün köylü, amcama lanet
yağdırıyordu. Hem ağlıyorlar hem de eşyaları traktöre taşıyorlardı.
Evimizin önü cenaze evi gibiydi. Sanki babam o gün yeniden ölmüştü.
Kolay değildi babamın hatıralarını bırakıp ta başka köye göç etmek.
Köyün kadınları bir yandan ağıtlar yakıyorlar bir yandan da bize
sarılarak dua ediyorlardı. Ben o zaman dört buçuk beş yaşlarındaydım.
Evimizi sökmüşlerdi. Arkamızda babamdan kalma sadece bir toprak yığını
bırakmıştık. Amcama, "bütün dünya senin olsun biz gidiyoruz daralma "
dercesine Yaşlı gözlerle bakıyorduk. " "İdealim; bir kadına yakışır
meslek sahibi olmaktı. Beni, bugünlere getiren; dünyanın en fedakaç
insanı olan anneme bakmaktı. Herkesin annesi çok fedakardır ama benim ki
başka bir fedakardı. Tüm gençliğini, bizi büyütmek amacıyla harcamıştı.
Evlenerek; bizi, bir başkasının eline bırakmadı. Gerek maddi
sıkıntılardan, gerekse sahipsizlikten kaynaklanan meseleler yüzünden,
arzu ettiğim mesleği edinemedim. İnsanın başarılı olabilmesi için
mutlaka bir desteğe ihtiyacı vardır. Bu desteği annemden başkasından
almadım, alamadım. " "Çocukluk günlerimi; yaşayamadım. İlkokul beşinci
sınıfa giderken, hafta sonları dağlara fidan dikmeye giderdik. Yaşım
küçük diye almazlardı. Yalvarırdım. Ne olur beni işe götürün,
çalışabilirim derdim. Anam gündüzleri dağa fidan dikmeye gidiyor,
geceleri ise lamba ışığında kilim dokuyordu. Babamın ölümünden bir süre
sonra annemin köyüne göç etmek zorunda kaldık. Ama ancak sekiz ay
dayanabildik. Annemin babası; yani dedem annemi evlendirmek istedi.
Annem reddetti. " "Tekrar Babamların köyüne döndük. Bir süre çadırda
yaşadık. Yeniden ev yaptık. Aradan geçen zaman amcamı uysallaştırmış
veya da yılmıştı. Bir gün dağa oduna gittiğinde; kalp krizinden köyden
kavgalı oldukçarı insanların kucağında öldü. Kırk gün sonra da yeni evli
oğlu yol kenarında dolmuş beklerken trafik kazasında öldü. "
"Akrabalarımızı babam öldükten sonra bize karşı çok sorumsuz ve duyarsız
olmuşlardı. "Ne haliniz varsa görün" diyorlardı. Allah’a şükürler
olsun, annemin yüreği sayesinde, kendi ayaklarımızın üzerinde
durabildik. Şu anda muhanete muhtaç değiliz. Eskiden yalınızca anam
çalışıyordu. Çok şeye yetişemiyordu. Ve çok rezillik çektik. Yiçecek
kuru ekmek bulamayıp; çok aç yattığımız zamanlar oldu. İsyan etmemeyi
anam öğretti. Her şeye rağmen şükretmesini, büyük bir sabırla gelecek
rahat günleri beklemeyi öğretti. Aslın da yazacak çok şey var ama ben
kısaltarak yazmak istiyorum. " "Bu yaşıma kadar, okula giderken yeni bir
kitaba sahip olmadım. Büyüklerim deşöyleydi. Ağabeyimi, babam trafik
kazasında öldükten sonra ortaokulundan almışlardı. Biz kızlar, okula hep
anamdan gizli kayıt yaptırmıştık. Maddi sıkıntılardan dolayı okutİmam
sizi derdi. Ama başarılı olduğumuzu görünce; öğretmenlerinde zorlaması
ile bizi okuldan almaktan vazgeçti. Üniversiteye kadar geldim.
Başkalarının; eski kitaplarıyla okuyordum. Cebimde; on milyon zor
olurdu. Gerekirse yemeklerimden kısarak onunla bir ay geçinmeye
çalışırdım. Bu durum beni cimri değil ama tutumlu olmaya sevk etti.
Hayatta en nefret ettiğim şey cimrilikti. Çektiğim sıkıntılar bende
hırsı oluşturdu. Bir gün çok param olursa; benim gibi durumumda olanlara
yardım etmeyi isterim. Düşüncelerim gerçekleşir mi bilmiyorum?
Üniversiteyi; çok zorluklar içerisinde bitirdim. " "Arkadaşlarım; bana
bu sıkıntılara rağmen nasıl hayata iyimser bakıyorsun, nasıl mutlu
olabiliyorsun derlerdi. Bende onlara zaman her şeyin ilacıdır, son gülen
iyi güler derdim. Bu tutumumdan dolayı çevremden çok taktir alırdım.
Canı sıkılan, "bana moral ver" diye yanıma gelirdi. En umutsuz anımda
bile; mutlu olmayı, hayattan zevk almayı bildim. Önemli olan da
sıkıntılar içinde var olmayı, ayakta kalabilmeyi başarmaktır. Çalışmayı
çok istiyordum. Amacım şimdiye kadar hep rezillik çeken anamı rahat
ettirmekti. " "İhtiyacım olmasa evimden dışarı çıkmazdım. Çünkü
kadınların çalışmasına karşıyım. Bir kadın muhtaçsa, bakmakla yükümlü
olduğu birileri varsa, kocası ölmüş veya boşanmışsa, ülkeye faydalı
mesleği varsa, çalışsın. Kadının yeri erkeğinin dizinin dibidir. Erkek
getirmeli, kadın israf etmeden güzel bir şekilde değerlendirmeli en
güzeli budur bence. Benim fikrime katılmayacak çok kadın olabilir.
Yuvayı dişi kuş yapar. Kadın kendi görevini, erkekte kendi görevini
bilmeli. Evlilikte kadına da çok iş düşüyor. Erkeği evine kadın bağlar.
Erkeğim beni aldatıyor. Kim bilir ne eksiğin varda erkeğinin gözü
dışarıda oluyor. Anlayış lazım. Koca sinirlenirse; kadının cevap
vermemesi gerekir. " "Siniri geçince gelip özür dileyecektir. Yani
alttan almak çok önemlidir her kadın başarılı olamaz bu konuda. Dünyada
erkeğin en büyük cenneti kadın, cehennemi de kadınıdır. Evlendiğim
zaman, dört dörtlük bir ev hanımı olmayı çok istiyorum ve bunu
bağıracağım. Erkekte kadınını sadece bulaşık, çamaşır yıkayan çocuklara
bakaç olarak görmemeli. Kadınlar ilgi ister. İşinin yeri ayrı olmalı.
Eşinin yeri ayrı olmalı. İkisine de vakit ayırmalıdır. Çalışıyorum diye
bütün sinirini evde eşinden çıkaİmamalı. eliyle güzel konuşmalı.
Sıkıntılarını eliyle paylaşmalı, eşi de hem evdeşi, hem de dert yoldaşı
olmalı. " "Yoksulluk çekmiş oİmama rağmen; hiçbir zaman lüks peşinde
olmadım. Yeter ki, mutlu bir yuvam olsun. Tek odalı ev de; benim için
saray gibidir. Hangi zengin, mal varlığını ahrete götürebilmiş? Muhanete
muhtaç olmayacak kadar olsun, yeter. Fazla zenginlikte zarardır. Fazla
fakirlikte. İkisi de adamı kötü yola sevk edebilir. Eğer, zenginlik
merhameti ve imanı yok edecekse hiç vermesin daha iyidir. Anamın
istediği de bizi helal süt emmiş birileşöyle evlendirip mürüvvetimizi
görmek. Ancak o zaman rahat bir nefes alır. Yapmak istediğim şöyleri
şöyleyince anam bana "yanında eşin olursa, kimsenin bir şey şöylemeye
hakkı olmaz, ama tek başına bir kıza namusuyla çalışıyor da olsa
şöyleyecek bir şey bulurlar" der. Erkeksiz kadın gövdesiz dala benzer.
Yapmak istediklerini hiçbir zaman tam olarak yapamazsın. Kadın erkek
eşittir derler ama Hayır hiçbir zaman eşit olamaz. " günler gelip
geçiyordu. Kardelen’i yeni bir hayat bekliyordu. İşyerinde
rahatsızlanır. Sancılar içerisinde kıaranmaktadır. Patronun bekaç genç
ortağı tarafından özel doktora götürülür. Muayene olur. Film, tahlil
derken; safra kesesinde taş ocağını andırır bir şekilde on sekiz adet
taş vardır. Bir an önce ameliyat olması gerekmektedir. Bayramdan birkaç
gün önce ameliyata yatar. AmeliYaşlı taşları alınır. Hastanede bir kaç
gün yatmak mecburiyetinde kalır. Kısa bir zamanda başından geçenlerin
karşısında beklemediği ilgi ile karşılaşır. Yapılan ziyaretler,
getirilen çiçekler, yapılan yardımlar karşısında minnettardır. Bu arada
abisinin çalıştığı özel şirket abisini işten çıkarmış, kara kışın
ortasında evde karakıştan daha acı gelmiştir. Eve gelir getiçecek hiçbir
şey yok. kaç kış her yılkından daha zor şartlar altında geçmektedir.
Sanki, her şey; üst üste gelmiş ve evde yakacak gereğinden önce
bitmiştir. Kader ağını örmekte, bu iki genç yoğun duygular yaşamaya
başlamaktadırlar. Ama Kardelen’in önünde haklı olarak endişe edebileceği
evlenme yaşını doldurmuş ama bir türlü kısmeti çıİmamış iki ablası
vardır. Sevmek, severek evlenmek arzusu içerisindedir. Duygularını ima
etse de şöyleyememektedir. Bir gün arzu ettiği halde şöyleyemediği
teklif karşı taraftan gelir. Patronu gelip koltuğuna oturmuştu. Kardelen
: "çay içer misiniz?"sualine karşı "birini de kendine al" demişti.
Eskisi kadar çekinmiyordu. Alışmıştı nasıl olsa. Ama saygıyı da elden
bıraİmamaya kararlıydı. Çayları getirdi ve karşı koltuklardan birine
oturdu. "Senden memnunum Kardelen. Sana bir teklifim var. Düşünmeni ve
sonra karar vermeni istiyorum. Kabul etmekte veya ret etmekte tİmamen
hür ve serbestsin. "Kardelen, meraklanmıştı. Kalbi yerinden çıkacakmış
gibi atıyordu. Ne teklif edebilirdi? Teklifi ne olabilirdi? Ya aklına
geldiği gibiyse. Kendine olabilir miydi? Ama kendisi evliydi. Yok yok,
bu olamazdı. Bir şöyler sezmiş, veya duymuş olabilir miydi? Saygı
duyduğu bu insandan, azar işitmek, ölmekten daha zordu. Bir daha asla
yüzüne bakamazdı.şöylesine konuşuyor olamazdı. Kardelen utangaçlığı
içinde kızardı. Sıkıldı. İçinde ala bora olan sorular karşısında tufana
tutuldu. Bir süre sesi, sedası gelmedi. Kendine gelememişti. Kısık bir
sesle " dinliyorum, efendim" diyebilmişti. "Seni aramızda görmek
istiyoruz. Diğer bir tabir ile gelinim olur musun? Seni Ahmet’e
istiyorum. "Kardelen, rahatlamıştı. Aradan geçen zaman fazla uzun
oİmamıştı. Baştan konulan kurallar, yürüyor gibi gözükse de zaman zaman
ihlallere kadar varmıştı. Acaba Ahmet’e karşı olan duygularından
haberdar mıydı? Neler biliyordu? Bu teklifi Ahmet’ten habersiz mi
yapmıştı? Ahmet’in haberinin oİmaması mümkün değil gibiydi. O zaman
Ahmet’in de karşı olumlu duyguları olmalıydı. Ahmet’in bakışlarından ve
yumuşak daaranışlarından alaka duyduğunu yüreğinde hissediyordu. Geçen
günlere rağmen; Kardelen tereddüt etmektedir. Önünde iki ablasının
olması, Kardeleni haklı olarak endişelendirmekte, hatta kara kara
düşünmektedir. Kendi kendine çözüm üretmemektedir. Annesi bir şöyler
sezmesine rağmen kırıcı bir şöyler şöylememektedir. "Kızım yüreğine
hakim ol. Gönlünü kaptırma " derken bir şöyler sezdiğini de açığa
vurmaktaydı. Teklifi kabul etmiş; işin devamının zamana bırakılmasını
arzu etmişti. Kış bir türlü bitmek bilmedi. Bahar gelmeden günler yaza
durdu. Nihayet badem ve erik ağaçları her zamanki gibi yapraklardan önce
çiçeklerle donandı. Annesi "şöyle olmayacak, şehir bize göre değil,
köye döneceğiz. " derken Kardelenin içini tarifi imkansız ayrılık acısı
sarmaktadır. Geçmişi köy hayatı ile dolu da olsa; şehrin rahatlığı ve
yüreğinde açan sevda çiçeğinin solmasından korkmaktadır. bağıra erdim
derken; karakışa dönmekten ürkmektedir. Bir Cuma gününde ailesine
düğürcü gidilir. Çaylar içilir. Hal hatır sohbetlerinden sonra niyet
açıklanır. Mihriban kızın, yüzünden dökülenler; yere düşmeden buza
kesmektedir. Her gün canı kadar; sevdiği yeğenini gelen misafire hakaret
edercesine dövüp, ağlatarak tavır koymaktadır. Hiçbir şeyden habersiz
gözüken anne bile; şokta, şaşkındır. Gün; yıl olur, zaman bir türlü
geçmek bilmez. Düşünün denilerek müsaade istenir. Misafirlerin
gitmelerinden sonra eve gelen Meral kız; eve anlatılanlar karşısında
baygınlık geçirmekte, o anda işte olan Kardelen’i ise tarifi imkansız
bir fırtına beklemektedir. O gün bir türlü geçmek bilmedi. Umutları,
endişelerine çare olamadı. Biliyordu ki; iki abla, iki kara yılan olup;
dönüp dönüp sokacaklardı. Anne, "emeklerim yüzüne gözüne dursun"
diçecek; en ağır kahırlarını; üstüne üstüne alacaktı. Umutları,
yüreğinde filizlenmekte olduğu sevgi adına direnmeli, her kahıra
katlanmalıydı. Muştulu bir ilkbahar akşamının alaca karanlığında; eve
giderken ayakları; bedenini taşıyamaz olmuştu. Eve, gitmek istemiyordu.
Ama; başka çaresi de yoktu. Dalgınlıktan etrafı görmüyordu. Evdekileri,
solukları burnunda, pencerede önünde yolunu gözler buldu. Bütün gözler;
sarı yılanın hain bakışlarından daha yakıcıydı. Beklediği an gelmişti.
Ne olacaksa olsun. Fırtına mı yoksa kıyamet mi kopacak; kopacaksa kopsun
istiyordu. Her geçen anını buna hazırlamıştı. Acıyan ve içine
ağlayarak; bir kıyılara sinen yengesinin önünde, annesi ve ablaları; üç
koldan saldırdılar. "bunu bize nasıl yaparsın?" diyorlardı. Sevmek suç
muydu? Sevilmek, istenmek suç muydu? Evde kalan ablaların olursa suç
olurdu. "Sen nasıl bir insansın?, AYaşlı gecelerde, parmaklarım kanaya
kanaya kilimler dokum. Üç beş kuruş harçlık için. Daha ellerimin kanları
kurumadı. Hem bunu bizden gizlemeyi nasıl becerdin? Kesinlikle
evlenemeyeceksin. Seni asla o oğlana vermeyeceğiz. Hatta ölsen bile.
"Kardelen, bütün saldırılara cevap vermedi. Onlar, içlerindeki hınç ve
kini iyice kusmalarını bekledi. Uzun süre susması; onları daha da
hırçınlaştırmıştı. Anne, kara kara düşünüyordu. Annesi, "Yarından tezi
yok, işi bırakıyorsun. " dedi. Kardelen; göz yaşlarını tutamadı. Bir iki
damla göz yaşı yanaklarından yuvarlanarak göğsüne düştü. Göz yaşlarını
içine akıtmayı yeğledi. Kanadı kırılmış bir serçe gibiydi. Akşam
yemeğini yiyemedi. Gece, gözlerine uyku girmedi. Sabahı zor etti. Her ne
olursa olsun işe giçecek ve genç patronu ile vedalaşacaktı. Yanında
annesi ve büyük ablasının arasında; birer zabitten farksız koruma ve
kollama altında iş yerine geldiler. genç patronu, her zamanki gibi
kendilerinden sonra geldi. Hiçbir şey oİmamış gibi tebessümle, hepsine
ayrı ayrı " Hoş geldiniz" dedi ve bir gecede Kardelen’in gereğinden
fazla yıpratıldığı gözünden kaİmamıştı. Kadın, "oğlum, Kardelen’i almaya
geldik. Köye gideceğiz. " genç adam : olgunlukla "Teyze, Kardelen
sizin. Ne zaman arzu ederse gidebilir. "Sabahın bu ilk vakitlerinde;
Kardelen, ana ve ablasının ortasında bir mahkumdan farksız; infaz
edilmek üzere; vedalaşarak işten ayrıldı. Aradan bir hafta geçti. genç
adam, netice için; eliyle birlikte; Kardelen’lere vardığında evde kimse
yoktu. İkinci gün, gelin ve Kardelen’i eve; anne ve iki kızı misafirliğe
gitmiş olarak buldu. Kardelen, sevindi. Hürmet etti. Sormasına fırsat
vermeden anlattı. "Beni, kesinlikle vermek istemiyorlar. Biliyorum ki;
benim ailem; sizlere layık değil. Ben de; sizlere layık değilim. Beni
kabul etmeniz bile; şereflerin en büyüğüdür. Aileme ihanet içinde olmak
istemiyorum. Seviyorum. Sevmeye de devam edeceğim. O, daha güzel ve daha
şerefli kıza layık bir insan. Ve yarın annemle köyümüze gideceğim. "Bir
gün sonra; ailesi evdedir, hiçbir şey oİmamış gibi varılır. Çay
faslından sonra müsaade istendiğinde; annesi "bu iş olmayacak,
kesinlikle de köye gelmeyin. "Ablası "kızın beyni yıkanmış, o daha
cahil" diyordu. Gen adam "On dört on beş yaşında ki kızların gelin
gittiği bir memlekette, yaşı yirmi dört ve üniversite bitirmiş kızın
cahilliği mi olur? Zorla almak istemiyoruz. Hayırlısını diliyoruz. "Bir
gün sonra Kardelen, annesi yanında olduğu halde köyüne gitmektedir. Her
şeyi geride bırakırken; içten içe şöylenmektedir. " dostluğu, komşuluğu,
kardeşliği Arkadaşlığı, sırdaşlığı, yoldaşlığı Hasılı Sevgiyi ve
insanlığı Terk ediyorum şehirle birlikte Duyuyor musun? Feryad’ımı
Duyuyor musun? Ah’ ımı, Sızısıyla dolu yıkık kalbimle Terk ediyorum
şehirle birlikte"Kardelen; gönlü yıkık, köyde, pencere önündeki divanda
oturmakta ve arzuları rüyalara dönüşmektedir. Sıcak bir yaz akşamında;
avludaki yazlık tahtta yastıklara yaslanarak; oturmakta yıldızları
seyretmekteydi. Kendinde değildi sanki. Yaz böcekleri ötüşmektedir.
Yassı tepeden, doğmakta olan; ay dolunaydaydı. Uzaktan bir kaval sesi
gelmekteydi. Sese yöneldi. Dinledi. Köyün çıkışında; ulu bir çınar ağacı
altında, çoban çeşmesinden gelmekteydi. Etrafta kimseler yoktu.
Üzerinde bembeyaz bir ipek elbise vardı. Hafif hafif esen yel; aşığın
dizelerini de beraber getirmekteydi. Dinledi. Dinledi. Evet, bu ses onun
sesiydi. Adeta yürümekten daha çok uçarak çeşmeye varmıştı. Koca
kayanın üzerinde, bağrı yanık seşöyle içten içe söylüyordu. "Bendeki bir
dert ki, Anlatİmam kimseye, Kulak verip de beni Dinler misin Kardelen?
Sardı tüm benliğimi, Mecalim yok gülmeye Sende benle ağlayıp, İnler
misin Kardelen? Hatıralarımızıa dolu Gurbet aksamlarında Hasret denen
türküyü şöyler misin Kardelen? Senin de gözlerin yaş Ağlamışsın besbelli
Mevsimin gelmeyince Açar mısın Kardelen? Dostu oldum gecelerin
Çözemedim bilmecelerin Cevabını sen bana Çözer misin Kardelen? Ayrılık
tattırsa da acısını, Unutamazsın hatırasını Hepsini bir kalemde Siler
misin kardelen? Yurdun dağlar senin Hep yükseklerdesin Eğilip de elimden
Tutar misin Kardelen? Sevda içimde bir sancı İyisin amma çoğu zaman acı
Çaldım işte kapını Açar misin kardelen? Arkadan bir dürten olmuştu.
Geri döndü. Baktı. Gözlerini açtığında annesi başucundaydı. "yatağına
yat daşöyle uyu"Etrafı dinledi. Yaz böcekleri dışında ne bir kaval, ne
de onun sesi vardı. Anladı ki, rüya görmüştü. Yıldızlar yağıyordu
saçlarına. Ağlamak ve gözyaşlarında boğulmak için; sığınacak bir köşe
arıyordu. Düşüncelere dalmak ve yeni düşüncelerle buluşmak için.
Kimselere anlatamadıkları ve kafasından atamadıkları bir yumruk gibi
içine oturuyordu. Hatıraların acısı yüreğini dolduruyordu. Hak etmeyen
insanlara sevgi, ilgi, zamanı vermenin ızdırabı yakıp kavuruyordu içini.
Bir deniz, bir okyanus misâli kabaran, ve ruhunu cendereye alanların
biraz olsun azalması için, yine bir dost, bir can arkadaşı arıyordu
akşamın loşluğunda. Rüzgâr önünde savrulan bir yaprak misâli, derin
vadilerde, koyaklarda dolaşıyordu. Düşüncenin dar geçitlerinde, sonsuz
kıvrımlarında ayak sürüyen zihnini dinlendirmek için yeni yollar arıyor,
yeni kitaplara dalıyordu. Yarılan, bölünen, çırpınan ve duygusallıktan
çatlayan yüreğini ferahlatmak için bir o yana, bir bu yana koşuyordu.
Sokaklar mekânı ve kaç ettiği mesafeler boyunca sonu gelmez çelişkilerle
boğuşuyordu. Dağılan ve dağlayan cümlelerin verdiği ince ağrıyı
dindirmek için; soğuk suların altına başını uzatıyor, soğuk yerlerde
yatıyordu. Fiziksel bir yankının eseri olmayan bu durumu bilmesine
rağmen yine de bütün bunları yapıyordu. gözyaşlarında boğulmak için
Kararan bir gökyüzü altında ve kirli bir yeryüzü üzerinde volta atıyordu
gece kuşları. Hırsın, kinin, kibrin ve nefretin taraftarları
kendilerine özgü mekânlarda yeni planlar kurup; iyiliği, dostluğu ve
barışı yıkmanın, insanlığı zora sokmanın hesabını yapıyorlardı.
Mesafeler aşılıyor, güzellikler törpüleniyor ve acılar harmanında yeni
yeni yıkıntılar oluşturuluyordu. Boşa geçen zamanda gencecik vücutlara
zulümden imzalar atılıyordu. Nazik ve kibarlar bir kenara çekiliyor;
meydanı "kötülüğün erleri" dolduruyordu. Gün yitiriyordu ziyasını.
Kuşlar yollara düşüyordu. Acılar ve anılar tazeleniyordu. Ruhlar birer
pervane olup kendi etrafında dönüyordu. Hüzün kaldığı yerden devam edip,
sineleri yakmayı sürdürüyordu. Kaybettiklerine ağlıyordu.
Hürriyetlerini kaybedenler, özgürlükleri için sızım sızım
sızlanıyorlardı. Kader mahkumları bir günü daha defterden düşüyordu.
Sokaklar boşalıyor; evler, kahveler, meyhaneler doluyordu. Kafayı
tütsüleyenler; feleğe kahredip nara atıyorlardı. Yine de kimse kendini
sorgulamıyordu. Çocuklar neşeleşöyle evleri dolduruyordu. Umutları
giderek azalanlar, biten bir günde de bir şey kazanİmamış olmanın
korkunç ızdırabıyla yanıp tutuşuyorlardı. Fakirliklerine,
kimsesizliklerine, arkasızlıklarına kahredip, " dünyanın düzeni bu mu?"
diye haykırıyorlardı. Ve seslerini yine kendilerinden başkası duymuyor,
iniltilerine hiç kimseler kulak asmıyordu. Hayaller sökün ediyordu dört
bir yandan. Aşka dair, mutluluğa dair, servete ve devlete ve şehvete
dair. Uğruna mücadele edilmesi, çalışılması düşünülen hayaller. Bir defa
daha görmek, bir kere daha sevmek adına kurulan hayaller. Izdırapları
büyük, mutluluğu bir an olan hayaller kuruluyordu. Pişmanlığının
vereceği acı tahmin edilmesine rağmen yine de istenilen ve gerçekleşmesi
arzu edilen hayaller. Akılla değil de; hisle, mantıkla değil de;
sezşöyle at başı koşan hayaller. Hatıralar boğazına doluyordu ellerini.
Her akşam olduğu gibi yeniden hesaplaşıyordu yaşadıklarıyla. Yaşayıp
isteyip de, yaşayamadıklarıyla. Geriye dönüşlerle bir film şeridi gibi
geçiyordu hayatı gözünün önünden. Hayatından geriye kalanın hatıralar
olduğunu bir kere daha anlamanın verdiği azapla yeniden sarsılıyordu.
Hayatın mâzide gizli olduğu gerçeğinin bir kere daha farkına varıyordu.
Ana, baba, eşler, yarım kalan aşklar, yaşandığı zamanlarda dünyanın sonu
olarak bildiği sevdalar, kardeşleri, arkadaşları geçiyordu hatıralar
resmi geçidinden. Orada en çok yer edenlerle paylaştıklarını bir kere
daha yaşama imkanın olmadığına ağlıyordu. Birer gözyaşı olup dökülüyordu
göz pınarlarından, nişan aldığı yüreğini doğru, Zalimler, tarihin
kaydedeceği yeni zulümlere kapı açıyordu. Mazlumlar yeni çilelere
uğruyordu. Birileri, kendilerinin hiçbir zaman yapmayacakları
fedakârlıkları, yine başkalarından bekliyorlardı. Vatan adına, millet
adına, din adına. Gelişme, ilerleme ve kurtarma adına. Anlayanlar
anladıklarıyla kalıyor, anlayamayanlar her vakit olduğu gibi yine ön
safta yer tutuyorlardı. Yüreğinin kıvrımlarında dolaşıyordu. Hasretini
şarkılar taşıyordu uzaklara. Şarkılar ve yangınlı türküler, duygu
dünyasının kılavuzu oluyordu. Yeni melodiler vasıtasıyla, ruhu
inceldikçe inceliyor, kelimeler birer ateş topu gibi zihnine hücum
ediyordu. Şiirlere, yazılara ve yeni konularda buluşuyor. Akşam ve
musiki ele ele vererek, içinde; yeni ateşler yakıyordu. Savrulan,
zamandan zamana. Düşen, mekândan mekâna. Saatler bu minval üzre sürüp
giderken, sabah oluyor, gün doğuyor ve yeni bir akşamı bekliyordu.
17 Ekim 2016 Pazartesi
Taşradan Gelen Çiçek
Yaşanmış Hikayeler
Etiketler:
Yaşanmış Hikayeler
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder